Biz küçükken yurt dışındaki halama mektuplar yazardık babamla birlikte. Ona el izlerimizi gönderir, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperdik her seferinde. Evimizin hemen önünde üzerinde P.T.T. yazılı bir posta kutusu vardı. Mektubumuzu yazar hemen posta kutusuna atardık. En son mektup yolladığım zamanlar ilkokulun son yıllarıydı sanırım.
Zaman geçti, posta kutusunu oradan kaldırdılar. Mektup yollamak zorlaştı. Ben büyüdüm, ilgim dağıldı. Mektup da demode olmuştu zaten. Böylelikle mektup maceram son buldu. Orta okulda ingilizce mektup arkadaşı denemelerim cevapsız kalan mektuplarla çok da ileriye gidemedi.
Bu günlerde bu tür bir heyecanla yeniden tanıştık. Oğlum adına 'postcrossing' yapıyoruz. O büyüyene kadar onun yerine ben kullanıyorum hesabını.
Bugün ilk kartpostalımız elimize ulaştı. Sevimli bir köpek kaykay yapıyor. Bir bebek için ne kadar da güzel düşünülmüş bir kart. Oğlum çok beğendi kartını. Bir süre birlikte inceledik. Şimdi de odasındaki rafında sergileniyor.
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Söyle Bana Nar Çiçeği
Söyle bana nar çiçeği. Eski ramazanlardan söyle, bayramlardan söyle. Herşeyin son sürat eskidiği dünyada yeni kalan ne var onu da söyle.
Eski bayramlar şüphesiz ki herkese göre çok güzel ve yeni bayramlar da bir o kadar tatsız. Nedenine kimsenin inmediği bu konu bayram öncesi aklıma takıldı. Eski bayramlarda vardık, o halde o günleri daha keyifli yapan nedir bunları düşünmek gerek. O günlerdeki muhabbet ortamına ne oldu? Hala kapılarını çalabileceğimiz büyüklerimiz yok mu oldular. Belki şeker isteyemeyebiliriz artık ama ellerini öpüp hayır dualarını alabiliriz pek tabi.
Eski bayramlar denince neler gelir aklınıza. Benim aklıma sabahın erken saatlerinde kalkarak hazırlanmaya başlanan tatlı telaşeli sofralar gelir. Bir de babannemin bayrama has yapmış olduğu oğamaç çorbası.
Bayram namazından sonra eve dönüşle başlayan bayramlaşma faslı herkes birbiriyle bayramlaşana kadar devam eder. Küçüklere harçlıklar, ufak hediyeler verilir. Büyüklere de duayla yetinmek kalır. Muhabbetle kahvaltı sofrasına oturulur. Uzun süren kalabalık sofraların ardından devam eder muhabbet.
''Evde bir bayram havası'' derler ya , buram buram 'bayram' kokar ev. Fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu gibi. Herkesin yüzü güler. Küsler barışır, kırgınlıklar giderilir. Kapı kapı gezilir. Uzak yakın demeden, büyük küçük ayırt etmeden.
Öte taraftan bir miktar nostalji havası oluyor elbette. Çocukluktaki bayramlar hala aynı yaşansa da eskisi kadar keyifli gelmeyebiliyor insana. Eskisi kadar sorumluluktan uzak, özgürce yaşayamıyor olmamızdan belki.
Bayramlar günümüzde çoğu kesimde tatil gibi algılanıyor. Çok üzücü bir durum bu. Halbuki bu günler birer fırsat. Kalp kazanmak, kapalı kapıları açıvermek için. Mutlu etmek-mutlu olmak için. Razı olunmak için. Bu günleri iyi değerlendirmek lazım.
Bizler değerlerimize sahip çıkmazsak bizden sonra gelecekler bu bayramların adını dahi duyamayabilir. Bayramları gerçekten bayram havasında yaşayarak örnek olmamız gerek diye düşünüyorum.
Gelin bu bayram kapı kapı gezelim. Eskiden olduğu gibi. Çekinmeden çalalım komşumuzun kapısını. Güler yüzle açalım kapımızı herkese. Ufak hediyelerle gönüller alalım, küsler varsa barışmalarına vesile olalım, özellikle büyüklerimizin hayır dualarını alalım. Naçizane tavsiyemdir.
Domatesler Olgunlaştı
Uzun zamandır bahçemizle alakalı birşeyler yazmadım. Bunun nedeni sıcaklardan dolayı bahçemizin yeterince gelişememesi oldu. Salatalıklarımız birkaç tane verdikten sonra kurudular. Yeniden ektik. Domateslerimiz uzun süre kurumakla yaşamak arasında geldi gitti. En sonunda sıcakların azalmasıyla kendilerine geldiler şükür. Bunlar da ilk domateslerimizin olgun halleri. Oğlum hemen yedi bile birini.
Lavanta Keseleri
Bu bayram kendimden birşeyler vermek istiyorum sevdiklerime. Çok üretken bir insan olduğum söylenemez. Ama uzun zamandır tasarladığım lavanta keseleri var. Birkaç aydır şekillenmeyi bekleyen ebrulu kumaşlar bayramın da yaklaşmasıyla yeni şekillerine büründüler. Bu sayede evimize gelen misafirlerimize verebileceğim güzel bir hediyem olmuş oldu.
Siz de isterseniz beğendiğiniz kumaşlardan ufak keseler hazırlayabilir, sevdiklerinizle paylaşarak onları mutlu edebilirsiniz. Sizin de onlar kadar mutlu olacağınızı garanti ederim :)
Çikolatalı Kek
Bugün iftar vakti yaklaştığı vakit canım bol kakaolu bir kek istedi. Baktım isteğim geçmiyor. Hadi dedim bir kek yapayım. Üç gün ardarda yediğimiz çikolatalı suflelerden şimdilik bahsetmeyeceğim :)
Eşimin evde olmaması nedeniyle iftarı onsuz yapacaktım. O geldiğinde ikram edebileceğim birşeylerin olması hoşuna gider diye de düşünerek ezana yarım saat kala başladığım kek ancak ezandan 5 dakika sonra fırındaydı.
Şimdi gelelim tarife:
Eşimin evde olmaması nedeniyle iftarı onsuz yapacaktım. O geldiğinde ikram edebileceğim birşeylerin olması hoşuna gider diye de düşünerek ezana yarım saat kala başladığım kek ancak ezandan 5 dakika sonra fırındaydı.
Şimdi gelelim tarife:
Malzemeler
120 g bitter çikolata
100 g tereyağı
3 yumurta
1 su bardağı süt
1 su bardağı şeker
2 yemek kaşığı kakao
1,5 su bardağı un
Kabartma tozu
Yapılışı:
Çikolata ve tereyağı benmari usulü eritilir.
Yumurta ve şeker çırpılır.
Kakao, süt karışıma eklenir.
Eriyen çikolata ve tereyağı ilave edilir.
Un ve kabartma tozu eklenir.
Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 25-30 dk pişirilir.
Not: Ben kekime fındık ekledim. Dilerseniz siz de ekleyebilirsiniz.
Eğer benim kullandığım gibi küçük kalıplar kullanacaksanız pişirme süresi 15-20 dk yı geçmemelidir.
120 g bitter çikolata
100 g tereyağı
3 yumurta
1 su bardağı süt
1 su bardağı şeker
2 yemek kaşığı kakao
1,5 su bardağı un
Kabartma tozu
Yapılışı:
Çikolata ve tereyağı benmari usulü eritilir.
Yumurta ve şeker çırpılır.
Kakao, süt karışıma eklenir.
Eriyen çikolata ve tereyağı ilave edilir.
Un ve kabartma tozu eklenir.
Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 25-30 dk pişirilir.
Not: Ben kekime fındık ekledim. Dilerseniz siz de ekleyebilirsiniz.
Eğer benim kullandığım gibi küçük kalıplar kullanacaksanız pişirme süresi 15-20 dk yı geçmemelidir.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Umut Çocukları Okulda
24 Ağustos 1999 Günlerden Salı
Marmara depreminden 7 gün sonra...
Enkazın altından iki kişi sağ çıkartıldı. Bunlardan birisi 155 saat sonra Yalova /Çınarcık'ta kurtarıldı. Kurtarılan erkek çocuk 5 kilo kaybetmiş, susuzluktan dili kurumuştu. Ailecek altı katlı bir binanın giriş katında oturuyorlardı. Babası ve üç ablası depremde öldü.
O çocuk, yani İsmail ÇİMEN bugün nerede ne yapıyor dersiniz? İsmail gibi depremin yıkıntıları arasına doğan pek çok çocuğumuz bugün ne yapıyor? Nerede hangi imkanlarla yaşıyorlar, Okula gidiyorlar mı? Bir ihtiyaçları var mı? Deprem yaralarını ne kadar sarabildiler?
O çocuk, yani İsmail ÇİMEN bugün nerede ne yapıyor dersiniz? İsmail gibi depremin yıkıntıları arasına doğan pek çok çocuğumuz bugün ne yapıyor? Nerede hangi imkanlarla yaşıyorlar, Okula gidiyorlar mı? Bir ihtiyaçları var mı? Deprem yaralarını ne kadar sarabildiler?
DEPREM ÇİÇEKLERİ UMUDA AÇSIN!
1 Milyon Kalem'de yeni bir kampanyaya daha başlıyor.
Bir milyonkalem olarak, Yeşilovacık, Dursunbey, Tokat, Ulupamir, Adıyaman derken bu sonbaharda Yalova Çınarcık'taki çocuklarımızın tuttuğu kalem, yazdığı defter olmak için hazırlanıyoruz.
Onlar bizden okul çantası istiyorlar. Çizgili ve kareli defterler. Kırmızı ve kurşun kalem. Kalemkutusu. Düş dünyalarını resimlemek için renk renk boyalar istiyorlar. Bu sese kulak verin, bir milyonkalem kampanyasına siz de destekte bulunun. Bloglarınızda banner ve kampanya linklerimizi vererek katkıda bulunun.
Göndermek istediğiniz kalem, defter, silgi, boya kalemi, kalem kutusu vb. hediyelerinizi:
Çınarcık İlköğretim Okulu
Halit Kılıç (Okul Müdür Yardımcısı)
Hasan Baba Yolu - Çınarcık - Yalova
Nakdi yardımlar için:
Yalova / Çınarcık Ziraat Bankası
Çınarcık ilköğretim okulu
Okul aile birliği hesabı
560-9858-5002
Nakdi yardımlar için:
Yalova / Çınarcık Ziraat Bankası
Çınarcık ilköğretim okulu
Okul aile birliği hesabı
560-9858-5002
adresine yollayabilirsiniz. Gönderilerinizi takip edebilmemiz için, lütfen birmilyonkalem@gmail.com adresine e-posta ile bilgi veriniz. Lütfen gönderilerinizin üzerine "Birmilyonkalem Umut Çocukları Okulda" kampanyası notunu eklemeyi unutmayınız. Çocuk gülücüklerinde yer bulmak umuduyla.
1MK
1milyonkalem sitesi editörleri adına
Erkan BAL & A. Şebnem SOYSAL
Site Admini Genel Koordinatör
Not: Gönderiler direkt okul müdürlüğüne yapılmalıdır. Bir milyonkalem sitesi bütün kampanyalarında olduğu gibi asla yardımları kendisi kabul etmez. Bu konuda okul müdürlüğü dışında herhangi bir yere gönderimde bulunmayınız.
Not: Gönderiler direkt okul müdürlüğüne yapılmalıdır. Bir milyonkalem sitesi bütün kampanyalarında olduğu gibi asla yardımları kendisi kabul etmez. Bu konuda okul müdürlüğü dışında herhangi bir yere gönderimde bulunmayınız.
Çocuğumla Her Güne Bir Dua
Dua hayatımızın bir parçası. En zor anlarımızda bize aralanan en güzel kapı. Hiç kapanmayan, her hatada tekrar ve tekrar açılan. Kendimizi rahatlatabileceğimiz çok az sığınağımızdan biri.
Geçen gün kitaplığı karıştırırken, bebeğim için önceden aldığım ama zamanı gelmediği için henüz pek kullanmadığım kitaplara bir göz attım. Ocak ayında almış olduğum bir kitap gözüme takıldı. 'Ben bunu neden hala kullanmaya başlamadım?' diye düşündüm. Hemen kullanmaya başlamak üzere ortalığa çıkardım. Ve başladım oğlumla paylaşmaya.
Kitabın adı '' Çocuğumla Her Güne Bir Dua''. Yazarı Semine ve Senai Demirci çifti. Kitapta günlük yaşantılarında karşılaştıkları olaylarla alakalı dualar var genellikle. Günlük hayatın bir parçası bu dualar dercesine. Kendi çocuklarından hareketle tüm çocuklara atfedilmiş bir kitap. Ezber kalıplardan yalın, doğaçlama dualar bana da gündelik dualar etmem konusunda fikir verici oldu.
Bu tür her güne dualar kitaplarından çok farklı olmasa da içerikteki yaşanmışlık hissi kitabı beğenmemde daha etkili oldu.
Kitabın arkasından alıntı:
''Her çocuk kabul edilmiş bir duadır.''
'' Çocuğumla Her Güne Bir Dua, kabul edilmiş en güzel duamızın dudağına kabul edilecek güzel dualar değdirmek için hazırlandı.''
Bu günün duası da şöyle :
'' Bebek seni kuşlar özlesin,
Yeni doğmuş ay gözlesin,
Annen sana ninni söylesin,
Kalbine acı hiç girmesin.
Güzel bir anne güzel bebeği için böyle dua etmiş. Biz de güzel ve kocaman bir 'Amin' diyelim.''
Geçen gün kitaplığı karıştırırken, bebeğim için önceden aldığım ama zamanı gelmediği için henüz pek kullanmadığım kitaplara bir göz attım. Ocak ayında almış olduğum bir kitap gözüme takıldı. 'Ben bunu neden hala kullanmaya başlamadım?' diye düşündüm. Hemen kullanmaya başlamak üzere ortalığa çıkardım. Ve başladım oğlumla paylaşmaya.
Kitabın adı '' Çocuğumla Her Güne Bir Dua''. Yazarı Semine ve Senai Demirci çifti. Kitapta günlük yaşantılarında karşılaştıkları olaylarla alakalı dualar var genellikle. Günlük hayatın bir parçası bu dualar dercesine. Kendi çocuklarından hareketle tüm çocuklara atfedilmiş bir kitap. Ezber kalıplardan yalın, doğaçlama dualar bana da gündelik dualar etmem konusunda fikir verici oldu.
Bu tür her güne dualar kitaplarından çok farklı olmasa da içerikteki yaşanmışlık hissi kitabı beğenmemde daha etkili oldu.
Kitabın arkasından alıntı:
''Her çocuk kabul edilmiş bir duadır.''
'' Çocuğumla Her Güne Bir Dua, kabul edilmiş en güzel duamızın dudağına kabul edilecek güzel dualar değdirmek için hazırlandı.''
Bu günün duası da şöyle :
'' Bebek seni kuşlar özlesin,
Yeni doğmuş ay gözlesin,
Annen sana ninni söylesin,
Kalbine acı hiç girmesin.
Güzel bir anne güzel bebeği için böyle dua etmiş. Biz de güzel ve kocaman bir 'Amin' diyelim.''
22 Ağustos 2010 Pazar
Ankara'da Ramazan Etkinlikleri
Gençlik Parkı'na gitmemizin asıl nedeni, dün akşamki Ahmet Özhan konseriydi. Konser saat 22:00 de başladığı için evden erken çıkmamız gerekmedi.
Konser alanına vardığımızda ortalık cıvıl cıvıldı. Akrobasi gösterilerini izleyen onlarca insan meydanı doldurmuştu. Biz de hemen kendimize bir yer bulup gösterinin son kısmını izledik.
Konser saat tam 22:00 de başladı. Eşimle bu duruma çok sevindik. Evde teyzesiyle bıraktığımız oğlumuz adına idi en çok bu sevinç. Ayrıca takdir ettik konserin zamanında başlamasını sağlayan tüm görevlileri ve Ahmet Özhan'ı.
Organizasyon güzel düşünülmüş olmasının yanında bu tür bir konser için çok da uygun olmamıştı bize göre. Açık alan olmasının güzelliği etraftan giren çıkan bir sürü insan yüzünden gölgeleniyordu. Orda neler oluyor diye merak edenin girip çıktığı bir konser alanı çok da hoş değildi açıkçası. Yapılan hizmetin ücretsiz olmasına bağladık en sonunda durumu. Ama bence organizasyon daha iyi yapılabilirdi.
Bu kadar şikayet eder modda olduğuma bakmayın. Konser gerçekten güzeldi. Birbirinden güzel eserlerle kulaklarımızın pası silindi. Bir buçuk saatlik konserin ardından evimize hoş duygular içerisinde döndük.
Aslında bu etkinlikler kapsamında her güne ayrılmış birbirinden değerli sanatçılar var. Evde bekleyen bıcırık olmasa en az birkaç tanesine daha katılmak isterdim ama bu sene için bir taneyle yetinmemiz gerekecek. Vakti müsait olanlar için güzel bir eğlence. Gidilmesini tavsiye ederim.
21 Ağustos 2010 Cumartesi
Güveçte Yoğurt Keyfi
Ben artık yoğurdu güveçte yerim. Herkese de tavsiye ederim.
17 Ağustos 2010 Salı
Alkışlar
İçimin Sesi
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Güveçte Etli Patlıcan
Bugün kardeşimin isteği üzerine etli patlıcan yapmaya karar verdik. Bana çok yardımcı oldu sağolsun. Yemeğin büyük kısmını o yaptı diyebilirm. Gelelim yemeğin tarifine.
Malzemeler:
Yarım kilo kuşbaşı et
2 adet kuru soğan
Yarım çay bardağı zeytinyağı
3 adet patlıcan
2 adet patates
2 adet domates
6 7 adet biber
2 yemek kaşığı salça
1 bardak su
tuz, biber
Yapılışı:
Patlıcanlar alacalı soyulur 1 cm kalınlığında doğranır. Kızartılır.
Patatesler de soyularak halka halka doğranır ve kızartılır. Soğan ve biber incecik doğranır. Domates rendelenir.
Etler tencerede suyunu çekecek şekilde pişirilir. Zeytinyağı soğan ve biberle kavrulmaya bırakılır. Soğanlar öldükten sonra domatesler eklenerek 5 dakika kaynatılır. Ardından kızaran patates ve patlıcan güvece yerleştirilir. Üzerine etli karışım eklenir. 1 bardak su kaynatılır. İçinde salça eritilr. Tuz, biber ilave edilir. Güvecin üzerine dökülerek pişmesi için fırına koyulur. 25 30 dk kadar 180 derece fırında pişirilir. Üzerine maydanoz koyabilirsiniz. Bende yoktu o yüzden koyamadım. Afiyet olsun.
Aslında bu tarif kızartmadan yapılsa da lezzetli olurdu. Hem çok daha sağlıklı. Bİr sonraki denememde kızartmadan yapacağım inşallah. Sağlıkla kalın
Ramazan Menümüz
Bizim öyle 4 çeşit yemek, yanında ayranı hoşafı, ardında salatası meyvesi olan bir iftar menümüz olmadı henüz. Olmayacak da sanırım. Havaların da sıcak gitmesiyle yemekten ziyade suyu arıyor vücut. O nedenle biz de iftarda şunları yiyoruz:
1 çeşit yemek, yarım dilim ekmek
Yoğurt, ayran, hoşaf ya da karpuzdan herhangi biri.
Su.
Birkaç saat sonrasında da birer adet meyve.
Midemiz çok rahat şükür. Yemeğimiz çok kısa sürüyor. Onbeş dakikada kalkabiliyoruz sofradan. Ardından da kahve içiyoruz. Eşim çok güzel türk kahvesi yapıyor. Yemek sonrası şişkinliğimiz neredeyse hiç olmuyor.
Sahur menümüz ise artık neredeyse sabitleşti.
Bana 1 eşime 2 adet haşlanmış yumurta
2 dilim ekmek, pide, bazlama ya da benzeri yağsız bir hamur işi.
1 kibrit kutusu peynir
Çok az reçel ya da bal
Birkaç adet zeytin.
2 bardak çay
Su
Gerçekten şu ana kadarki ramazan akşamları çok rahat geçti şükür. Bu şekilde az yiyerek daha sağlıklı bir ramazan geçireceğiz inşallah.
Dün akşam pis boğazlık edip sahur menümü değiştirdim. Yumurta yemedim. Börek ve nutella ile sahur yaptım. Sabah mide ağrısıyla uyandım. Bir daha da menümüz değişmeyecek sanırım.
Sahurda yeteri kadar iftarda da hafif beslenince ramazan sonrası genelde alınan kilolar bizim evimize uğramayacak inşallah. Vücudumuz yemek sindiriminden çok daha faydalı şeylere vakit ayırabilecek.
Sizler sahur ve iftarı nasıl karşılıyorsunuz, neler yapıyorsunuz?
1 çeşit yemek, yarım dilim ekmek
Yoğurt, ayran, hoşaf ya da karpuzdan herhangi biri.
Su.
Birkaç saat sonrasında da birer adet meyve.
Midemiz çok rahat şükür. Yemeğimiz çok kısa sürüyor. Onbeş dakikada kalkabiliyoruz sofradan. Ardından da kahve içiyoruz. Eşim çok güzel türk kahvesi yapıyor. Yemek sonrası şişkinliğimiz neredeyse hiç olmuyor.
Sahur menümüz ise artık neredeyse sabitleşti.
Bana 1 eşime 2 adet haşlanmış yumurta
2 dilim ekmek, pide, bazlama ya da benzeri yağsız bir hamur işi.
1 kibrit kutusu peynir
Çok az reçel ya da bal
Birkaç adet zeytin.
2 bardak çay
Su
Gerçekten şu ana kadarki ramazan akşamları çok rahat geçti şükür. Bu şekilde az yiyerek daha sağlıklı bir ramazan geçireceğiz inşallah.
Dün akşam pis boğazlık edip sahur menümü değiştirdim. Yumurta yemedim. Börek ve nutella ile sahur yaptım. Sabah mide ağrısıyla uyandım. Bir daha da menümüz değişmeyecek sanırım.
Sahurda yeteri kadar iftarda da hafif beslenince ramazan sonrası genelde alınan kilolar bizim evimize uğramayacak inşallah. Vücudumuz yemek sindiriminden çok daha faydalı şeylere vakit ayırabilecek.
Sizler sahur ve iftarı nasıl karşılıyorsunuz, neler yapıyorsunuz?
15 Ağustos 2010 Pazar
İyilik Sarmış Dört Yanı
Şu an Ankara'da iftar vakti için son yarım saat. Uzun yaz günlerinde iftarı beklemek gerçekten daha zor oluyor. Öğleden sonra artık dört gözle herkes iftarı bekliyor.Evde olduğumuz zaman vakit daha da bir yavaş geçiyor sanki. Açlıktan ziyade susuzluk insanı zorluyor. Ama kimsenin aklında su içmek yok. Vakit dolana kadar.
Yemiyoruz, içmiyoruz, hayatımızda yanlış olma ihtimali olan hiçbirşeyin yeri yok özellikle bu dönemde.Arınıyoruz. Önce midemizle birlikte iç organlarımız arınıyor. Kalbe kadar gidiyor bu arınma.Bedava detoks yapıyoruz herkes avuçla para dökerken. Allah'ın bir lütfu bu da.
Susuzluk zorluyor insanı açlıktan ziyade. Sabır diyoruz. Sabrediyoruz. İrademiz kuvvetleniyor. Kendimize daha bir güvenir olabiliyoruz.
Aç ve susuzların halinden daha bir anlıyor, yardım elimizi uzatmak için ikinci bir kez düşünmüyoruz bile. Bu günlerde yapılan iyiliklerin mükafatı sair zamanlara göre yetmiş kat fazla.
Ne mutlu ki bunları idrak edebilecek şekilde gelmişiz dünyaya. Güzel bir ailede yetişerek, güzellikleri görerek yetişmek gerçek anlamda fark yaratıyor.
Ne kadar bereketli bir aydayız değil mi yahu? İyilik sarmış dört bir yanımızı. Yanlış bir şeye sürüklenmek için aşırı çaba harcamak gerek neredeyse. Bereketinden nasiplenebiliriz inşallah.
13 Ağustos 2010 Cuma
Sahurda Misafirim Var
Son birkaç saattir halsiz bir şekilde evin içerisinde dolanıyordum. Eşimin arayarak dışarıda yemek yeme teklifi hoşuma gitmişti. Hiç yemek yapasım yoktu çünkü. Yemek için rezervasyon yaptırdıktan sonra annemlere gittim oğlumla. Yarım saat sonra eşim aradı. Şehir dışından bir arkadaşı bu akşam Ankara'da olacakmış. Sahura da bize gelmek isitiyorlarmış. ''Buyursunlar'' dedim. Misafir ağırlama fikri her zaman hoşuma gitmiştir. Bu haber de az önceki halsizliğimi alıverdi üzerimden. Birden sevindirik oluverdim. Yemeğimizi evimizde yemeye karar verdik eşimle. Annem dünden yapmış olduğu peynirli böreklerden verdi bana. Bir de dün pazarın girişinde bazlama satan bayandan aldığı bazlamaları. Bunlar beni bayağı bir rahatlattı doğrusu.
Kendi evimde henüz kimseye sahur vermemiştim. Günler uzun olunca insan daha bir düşünür oluyor ne yapması gerektiğini. Bir de misafir ne sever kısmı var. O nedenle çok da sıradışı birşeyler yapmamakta fayda var bu gibi durumlarda.
Eve geldim ve hemen hazırlıklara koyuldum. Önce bir hoşaf kaynatmak gerek dedim. Buzdolabında bekleyen dondurulmuş vişnelerden bir paket su dolu tencereye girdi bile kaynamak için. Misafir kısmetliydi. Benim pek fazla birşey hazırlamama gerek kalmadı.
Saat 1 civarında geldi misafirlerimiz. Muhabbetten vaktin nasıl geçtiğini anlayamadan sahur vaktini ettik. Kahvaltılıklar eşliğinde börek, haşlanmış yumurta, tereyağlı bazlama, yeşillikler, domates, vs. vs. Güzel bir sahur oldu. Ailemiz için de farklı bir deneyim. Ertesi gün hafta sonuna geldiği için problem olmadı ama bir miktar yorucu oluyor demekte fayda var denemek isteyenler için.
Kendi evimde henüz kimseye sahur vermemiştim. Günler uzun olunca insan daha bir düşünür oluyor ne yapması gerektiğini. Bir de misafir ne sever kısmı var. O nedenle çok da sıradışı birşeyler yapmamakta fayda var bu gibi durumlarda.
Eve geldim ve hemen hazırlıklara koyuldum. Önce bir hoşaf kaynatmak gerek dedim. Buzdolabında bekleyen dondurulmuş vişnelerden bir paket su dolu tencereye girdi bile kaynamak için. Misafir kısmetliydi. Benim pek fazla birşey hazırlamama gerek kalmadı.
Saat 1 civarında geldi misafirlerimiz. Muhabbetten vaktin nasıl geçtiğini anlayamadan sahur vaktini ettik. Kahvaltılıklar eşliğinde börek, haşlanmış yumurta, tereyağlı bazlama, yeşillikler, domates, vs. vs. Güzel bir sahur oldu. Ailemiz için de farklı bir deneyim. Ertesi gün hafta sonuna geldiği için problem olmadı ama bir miktar yorucu oluyor demekte fayda var denemek isteyenler için.
Anne, İş, Ev vs. vs.
Bu günlerde okuduğum pek çok yazıda, gazetede, dergide, gündemde annelik-doğum konusuyla karşılaşır oldum. Özellikle doğal doğum süreciyle alakalı bilgiler içeriyor bu yazılar. Algıda seçiciliğim mi arttı diyeceğim ama zannetmiyorum. Pek çok anne eskisine göre çok daha bilinçli. Doğruları öğrenip kendini istediği şekilde doğum-annelik sürecine hazırlamaya. Hazır etrafta pek çok anne/ anne adayı varken ben de kendi deneyimlerimi paylaşayım istedim.
Kendimi anne olmaya ne zaman hazır hissettim bilmiyorum. Hatta hazır hissettim mi ondan da hiç emin değilim. Evliliğimizin 13. ayındaydık gebeliğimi farkedeli.
Hızlı yaşadım o zamana kadar pek çok şeyi. Şartlar öyle gerektirdi. Okul biter bitmez (hatta nerdeyse bitmeden başlayan) iş hayatı koşturmacası, iş düzenim oturmadan evlilik hayatımın başlaması beni kendime daldan dala konan bir kuş gibi hissettirdi. Birini tam rayına oturtamadan diğeri çıkıyordu şapkadan. Derken şapkadan son çıkan bebek oldu. Bu şekilde bir yaşam benim ve eşimin ortak kararıydı. Şikayetçi değilim yani yanlış anlaşılmasın.
Bir bebek sahibi olmayı evliliğimizin birinci yılı sonlanırken istemeye başladık. Zamanı hakkında bir plan yapmamıştık ama çok uzaklarda değildi bu zaman. İnsanın etrafında deneyimli birilerinin olup da ona yol göstermesi çok güzel birşey. Bana yol gösteren biri olmadı hamilelik ve doğumla alakalı. Hamile olduğum günden itibaren gebelik ve annelikle ilgili bulduğum her yazıyı okudum, her deneyimi dinledim. Elimden geldiğince kendimi yetiştirdim.
Bebek doğana kadar herşey iyi sayılırdı. Doğumdan sonra pek çok şeyin dengesi değişiverdi. Bense bu dengeyi kurmakta zorlanmaya başladım. Kendime zaman ayıramayan biri oldum çıktım. Her telefon konuşmamda arayan hangi arkadaşımsa ona dediğim cümle : ''Her şey yarım; ne tam bir anne, ne tam bir iş kadını ne de tam bir eş olamıyorum.'' Olamıyordum. Heryere yetişmeye çalışıyor ama hiçbirini tam anlamıyla yetiştiremiyordum. Yıpranıyordum her geçen gün ve yıpratıyordum da. Bana herşeyin üstesinden tek başıma gelemeyeceğimi hatırlatan eşime kızıyordum bir de üstelik.
Önceleri bir tek ben böyleyim zannediyordum. Sonra sonra etrafımda benim deneyimlerimi yaşayan arkadaşlarım çoğaldıkça, anladım ki bir kadın iş-ev-çocuk arasında gidip geliyorsa gerçekten çok zor durumda. Ona yardım gerekli. Burdan bana yardımcı almam konusunda ısrar eden eşime o zamanlar karşı çıkıyor olsam da bugün anlıyorum ki her anneye bir yardımcı şart. O zamanlar neden mi karşı çıkıyordum eşime. Çünkü ben herşeyi kendim yapacaktım. Ben bir super woman'dım. Tabi ki heryere yetişemedim. Bazen tökezledim yürüdüğüm yollarda. Aslında bir yardımcıdan daha çok bir ara şart. Bir mola. Herşeyden elini eteğini çekip bebeğiyle istediği gibi ilgilenmesi için ona uzun bir mola şart bence. Kendiyle ve hayatla da tabi. Hiç kimsenin zamanından çalmadan, Gözü arkada kalmadan eksik birşeyler kaldı mı diye. Sadece önüne bakıp anı yaşamasına müsade edilmeli.
Gün oldu devran döndü. Çalışma hayatına ara verdim. Bana tabiri yerindeyse ilaç gibi geldi. Ben işkolik bir kadın değilim.Ama çalışıyorken işlerimi halletmeden de rahat edemezdim. Özellikle anne olduktan sonra evde olup evde çalışmak, bebeğimle ilgilenmek, kendime zaman ayırmak, kitap okumak, müzik dinlemek, kek çırpmak, toz almak bile bana çok iyi geldi doğrusu. Daha ilgili, daha sakin, daha anlayışlı oldum. Dışarı çıktım bol bol. Gün yüzü gördüm diyebilirim uzun zaman sonra özgürce. Özgürce dolaştım sokaklarda. Yarın iş var derdi olmadan, sabah erkenden sıcak yuvamdan gitmek zorunda olmayışım beni hayli keyiflendirdi.
Şimdi bir yol ayrımındayım. Yeniden çalışmakla çalışmamak arasında. Keşke annelik de bir meslek kabul edilse de bizlere işe gitmeden maaş verilse :D Tek sorumluluğumuz can parçamız evladımız olsa. Daha doğumumun üzerinden bir ay geçmeden çalışmaya başlamak zorunda kaldığımdan mıdır nedir çok içerliyorum çalışan annelere. Ve çalışan anne bebeklerine. En az iki sene anne ve bebek birarada olmalı hergün. Çocuk anne kokusunu doya doya çekmeli içine. Anne de anne olduğunu hissetmeli.
Doğumdan 20 gün sonra yani neredeyse ayaklanır ayaklanmaz başladım çalışmaya. İş ortamım zorlayıcı değildi ama bebeğimden ayrı kalmak beni bayağı zorladı. Kendimi anne gibi hissedemedim. Sabah akşam emzirmelerimiz dışında oğlumla o kadar yabancıydık ki. Farkedemedim geçen zamanı. Bu günlerde bana düşkünlüğünün nedenini. Benden ayrılmak istemeyişini. Son altı aydır sürekli beraberiz şükür. Anne olmanın tadına ancak varabildim diyebilirim. İnsan yaşamayınca hissetmiyor. Görmediği şeyin varlığını da kaybını da düşünmüyor. Ben o günlerde nasıl hissetmemişim bunları diyorum şimdilerde.
Kendimi anne olmaya ne zaman hazır hissettim bilmiyorum. Hatta hazır hissettim mi ondan da hiç emin değilim. Evliliğimizin 13. ayındaydık gebeliğimi farkedeli.
Hızlı yaşadım o zamana kadar pek çok şeyi. Şartlar öyle gerektirdi. Okul biter bitmez (hatta nerdeyse bitmeden başlayan) iş hayatı koşturmacası, iş düzenim oturmadan evlilik hayatımın başlaması beni kendime daldan dala konan bir kuş gibi hissettirdi. Birini tam rayına oturtamadan diğeri çıkıyordu şapkadan. Derken şapkadan son çıkan bebek oldu. Bu şekilde bir yaşam benim ve eşimin ortak kararıydı. Şikayetçi değilim yani yanlış anlaşılmasın.
Bir bebek sahibi olmayı evliliğimizin birinci yılı sonlanırken istemeye başladık. Zamanı hakkında bir plan yapmamıştık ama çok uzaklarda değildi bu zaman. İnsanın etrafında deneyimli birilerinin olup da ona yol göstermesi çok güzel birşey. Bana yol gösteren biri olmadı hamilelik ve doğumla alakalı. Hamile olduğum günden itibaren gebelik ve annelikle ilgili bulduğum her yazıyı okudum, her deneyimi dinledim. Elimden geldiğince kendimi yetiştirdim.
Bebek doğana kadar herşey iyi sayılırdı. Doğumdan sonra pek çok şeyin dengesi değişiverdi. Bense bu dengeyi kurmakta zorlanmaya başladım. Kendime zaman ayıramayan biri oldum çıktım. Her telefon konuşmamda arayan hangi arkadaşımsa ona dediğim cümle : ''Her şey yarım; ne tam bir anne, ne tam bir iş kadını ne de tam bir eş olamıyorum.'' Olamıyordum. Heryere yetişmeye çalışıyor ama hiçbirini tam anlamıyla yetiştiremiyordum. Yıpranıyordum her geçen gün ve yıpratıyordum da. Bana herşeyin üstesinden tek başıma gelemeyeceğimi hatırlatan eşime kızıyordum bir de üstelik.
Önceleri bir tek ben böyleyim zannediyordum. Sonra sonra etrafımda benim deneyimlerimi yaşayan arkadaşlarım çoğaldıkça, anladım ki bir kadın iş-ev-çocuk arasında gidip geliyorsa gerçekten çok zor durumda. Ona yardım gerekli. Burdan bana yardımcı almam konusunda ısrar eden eşime o zamanlar karşı çıkıyor olsam da bugün anlıyorum ki her anneye bir yardımcı şart. O zamanlar neden mi karşı çıkıyordum eşime. Çünkü ben herşeyi kendim yapacaktım. Ben bir super woman'dım. Tabi ki heryere yetişemedim. Bazen tökezledim yürüdüğüm yollarda. Aslında bir yardımcıdan daha çok bir ara şart. Bir mola. Herşeyden elini eteğini çekip bebeğiyle istediği gibi ilgilenmesi için ona uzun bir mola şart bence. Kendiyle ve hayatla da tabi. Hiç kimsenin zamanından çalmadan, Gözü arkada kalmadan eksik birşeyler kaldı mı diye. Sadece önüne bakıp anı yaşamasına müsade edilmeli.
Gün oldu devran döndü. Çalışma hayatına ara verdim. Bana tabiri yerindeyse ilaç gibi geldi. Ben işkolik bir kadın değilim.Ama çalışıyorken işlerimi halletmeden de rahat edemezdim. Özellikle anne olduktan sonra evde olup evde çalışmak, bebeğimle ilgilenmek, kendime zaman ayırmak, kitap okumak, müzik dinlemek, kek çırpmak, toz almak bile bana çok iyi geldi doğrusu. Daha ilgili, daha sakin, daha anlayışlı oldum. Dışarı çıktım bol bol. Gün yüzü gördüm diyebilirim uzun zaman sonra özgürce. Özgürce dolaştım sokaklarda. Yarın iş var derdi olmadan, sabah erkenden sıcak yuvamdan gitmek zorunda olmayışım beni hayli keyiflendirdi.
Şimdi bir yol ayrımındayım. Yeniden çalışmakla çalışmamak arasında. Keşke annelik de bir meslek kabul edilse de bizlere işe gitmeden maaş verilse :D Tek sorumluluğumuz can parçamız evladımız olsa. Daha doğumumun üzerinden bir ay geçmeden çalışmaya başlamak zorunda kaldığımdan mıdır nedir çok içerliyorum çalışan annelere. Ve çalışan anne bebeklerine. En az iki sene anne ve bebek birarada olmalı hergün. Çocuk anne kokusunu doya doya çekmeli içine. Anne de anne olduğunu hissetmeli.
Doğumdan 20 gün sonra yani neredeyse ayaklanır ayaklanmaz başladım çalışmaya. İş ortamım zorlayıcı değildi ama bebeğimden ayrı kalmak beni bayağı zorladı. Kendimi anne gibi hissedemedim. Sabah akşam emzirmelerimiz dışında oğlumla o kadar yabancıydık ki. Farkedemedim geçen zamanı. Bu günlerde bana düşkünlüğünün nedenini. Benden ayrılmak istemeyişini. Son altı aydır sürekli beraberiz şükür. Anne olmanın tadına ancak varabildim diyebilirim. İnsan yaşamayınca hissetmiyor. Görmediği şeyin varlığını da kaybını da düşünmüyor. Ben o günlerde nasıl hissetmemişim bunları diyorum şimdilerde.
12 Ağustos 2010 Perşembe
Doğum Üzerine
Geçen hafta rutin kontroller için hastaneye gittim. İçerideki hastanın çıkması için beklemeye başladım. Bu sırada başka bir doktor yanımda oturan bayana yaklaştı ve
''Hadi. Odan hazır. Sen hala oturuyorsun. Keseceğiz.'' dedi ve gitti.
O an vücüdümdaki tüm kan beynime sıçradı sanki. Bayana sordum. Sezeryan olacakmış.
''Acil bir durum mu var, neden sezeryan'' dedim. ''Hayır, yok.40. haftam doldu.'' dedi. ''Sizin yerinizde olsam ikinci bir doktora giderdim.'' dedim. Bayanın doktoru tekrar geldi o sırada.
''Hadi. Hala ne duruyorsun. Zor oda bulduk zaten.'' dedi ve hemşireye direktif verdi.
''Ameliyathaneyi hazırlayın. KESECEĞİZ.''
Bayan yanındaki refakatçisiyle birlikte alel acele gözden uzaklaştılar. O sırada ben de doktorumun odasına girdim. Durumdan bahsedip çok sinirlendiğimi söyledim. Yorum yapmadı. Belki de haksızca buldu bu öfkeyi!
Bu günlerde okuduğum bir kitap var 'Doğal Doğuma Doğru' adında.20 annenin normal doğum hikayeleri anlatılmış kendi anlatımlarıyla. Bu kitabı okurken annelerin çabalarına hayran kaldım ve kendim adına üzüldüm. Ben bu kadar gayret göstermedim diye.
Kitabın arkasından birkaç söz:
''Biz anneler, içinden kıymetli bir hediyenin bozulmadan, bir an önce çıkarılması için kesilmesi, yırtılıp buruşturulması gereken bir ambalaj kağıdı değiliz. Dünyaca ünlü ebe Ina May Gaskin'in dediği gibi ' Eğer bir kadın, doğum yaparken tanrıça gibi görünmüyorsa,etrafındakilerden yeterince destek görmüyor demektir.' Buna birşey daha eklenebilir: Etrafındakiler destek yerine, aslında köstek oluyorlar demektir.
''Bize en çok destek olabilecek kişileri bulmak da, yine kendimize düşüyor. Eğer 'cici kız' olmayı hayatta ilk kez bir kenara bırakacaksak, işte size en uygun zaman! Kuzu kuzu doğum masasına yatmak yerine, dişi aslan kesilip de doğurmak gerek.''
Beni gerçekten yaralayan bir söz. Ben hayatta hemen hiç cici kız olmadım. Her zaman güçlü olandım. Serttim, tuttuğumu koparmadan bırakmazdım. Ne olmuştu, nasıl olmuştu da doğumum bu şekilde sonlanmıştı bilmiyorum.
Ben seçmedim sezeryan olmayı. O kadar odaklanmıştım ki normal doğuma. İkinci bir alternatifim yoktu kendimce. Herşey yolundaydı şükür. Ne demekti sezeryan? Doğru dürüst araştırmamıştım bile. Bilmediğim pek çok noktayı doğumdan sonra öğrendim malesef. O kadar hazırlıksızdım yani.
Doğumumun üzerinden bir seneden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen hala acabalar dolanıyor kafamda.
-Acaba yeterince bilgili değil miydim?
-Acaba doktora fazla mı güvendim?
-Acaba haftalar mı yanlış hesap edildi, beklemeli miydim, beklesem kendi kendine başlar mıydı doğum?
Bu acabalar kafamda dolandıkça farkediyorum ki, sezeryan bilinç altımda derin bir iz olarak kalmış. Kesik izleri gibi orada öyle duruyor. Acımasa da dokundukça varlığı hissedilen türden garip bir duygu. İyileşmiyor. O nedenle her gördüğüm bayana normal doğumu denemesi konusunda ısrar ediyorum.
Belki de gerçekten gerekliydi sezeryan. Bilemiyoruz. Bugün üzüldüğüm tek nokta doktorumu sorgulamamak, ona koşulsuz güvenmek. Keşke ikinci bir doktora daha gidip, bebeğin durumu nasıl öğrenerek gerçekten gerekliyse ondan sonra sezeryan olsa idim. Ama artık daha bilinçliyim. Benimle aynı deneyimi yaşamış insanların karşılaştıkları sorunları ve çözümlerini çok daha iyi biliyorum.
Bir kere doğum süreci bir hastalık değil. Kendiliğinden başlayabilen, işaretleri olan, Allah'ın bize bir lütfu.
Doğum öyle dakikalarla sınırlı değil, bebekte ya da annede acil durumların oluşması ihtimali çok düşük, saatler belki de günler süren bir süreç.
En önemlisi, anne ve bebek için bir ömür boyu etkileyecek kadar önemli ve tekrarı olmayan bir deneyim.
Bu bilgilerin hepsini doğumdan önce teorik olarak biliyordum ama süreç başladıktan sonra herşey uçup gitti sanki aklımdan. Doktorun önemi burda. İnsanı teskin edecek, durumundan haberdar edecek, acele ettirmeyecek.
Bundan sonra normal doğum hakkında herkesin daha bilgili olması için daha fazla yazı yazmayı düşünüyorum. Bir de sezeryan sonrası normal doğum var ülkemizde çok yaygın olmasa da yapılabilen. Bu konu da da ileride deneyimlerim olursa burda paylaşabilirim. Belki birine bir faydam dokunur diye bu çaba.
''Hadi. Odan hazır. Sen hala oturuyorsun. Keseceğiz.'' dedi ve gitti.
O an vücüdümdaki tüm kan beynime sıçradı sanki. Bayana sordum. Sezeryan olacakmış.
''Acil bir durum mu var, neden sezeryan'' dedim. ''Hayır, yok.40. haftam doldu.'' dedi. ''Sizin yerinizde olsam ikinci bir doktora giderdim.'' dedim. Bayanın doktoru tekrar geldi o sırada.
''Hadi. Hala ne duruyorsun. Zor oda bulduk zaten.'' dedi ve hemşireye direktif verdi.
''Ameliyathaneyi hazırlayın. KESECEĞİZ.''
Bayan yanındaki refakatçisiyle birlikte alel acele gözden uzaklaştılar. O sırada ben de doktorumun odasına girdim. Durumdan bahsedip çok sinirlendiğimi söyledim. Yorum yapmadı. Belki de haksızca buldu bu öfkeyi!
Bu günlerde okuduğum bir kitap var 'Doğal Doğuma Doğru' adında.20 annenin normal doğum hikayeleri anlatılmış kendi anlatımlarıyla. Bu kitabı okurken annelerin çabalarına hayran kaldım ve kendim adına üzüldüm. Ben bu kadar gayret göstermedim diye.
Kitabın arkasından birkaç söz:
''Biz anneler, içinden kıymetli bir hediyenin bozulmadan, bir an önce çıkarılması için kesilmesi, yırtılıp buruşturulması gereken bir ambalaj kağıdı değiliz. Dünyaca ünlü ebe Ina May Gaskin'in dediği gibi ' Eğer bir kadın, doğum yaparken tanrıça gibi görünmüyorsa,etrafındakilerden yeterince destek görmüyor demektir.' Buna birşey daha eklenebilir: Etrafındakiler destek yerine, aslında köstek oluyorlar demektir.
''Bize en çok destek olabilecek kişileri bulmak da, yine kendimize düşüyor. Eğer 'cici kız' olmayı hayatta ilk kez bir kenara bırakacaksak, işte size en uygun zaman! Kuzu kuzu doğum masasına yatmak yerine, dişi aslan kesilip de doğurmak gerek.''
Beni gerçekten yaralayan bir söz. Ben hayatta hemen hiç cici kız olmadım. Her zaman güçlü olandım. Serttim, tuttuğumu koparmadan bırakmazdım. Ne olmuştu, nasıl olmuştu da doğumum bu şekilde sonlanmıştı bilmiyorum.
Ben seçmedim sezeryan olmayı. O kadar odaklanmıştım ki normal doğuma. İkinci bir alternatifim yoktu kendimce. Herşey yolundaydı şükür. Ne demekti sezeryan? Doğru dürüst araştırmamıştım bile. Bilmediğim pek çok noktayı doğumdan sonra öğrendim malesef. O kadar hazırlıksızdım yani.
Doğumumun üzerinden bir seneden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen hala acabalar dolanıyor kafamda.
-Acaba yeterince bilgili değil miydim?
-Acaba doktora fazla mı güvendim?
-Acaba haftalar mı yanlış hesap edildi, beklemeli miydim, beklesem kendi kendine başlar mıydı doğum?
Bu acabalar kafamda dolandıkça farkediyorum ki, sezeryan bilinç altımda derin bir iz olarak kalmış. Kesik izleri gibi orada öyle duruyor. Acımasa da dokundukça varlığı hissedilen türden garip bir duygu. İyileşmiyor. O nedenle her gördüğüm bayana normal doğumu denemesi konusunda ısrar ediyorum.
Belki de gerçekten gerekliydi sezeryan. Bilemiyoruz. Bugün üzüldüğüm tek nokta doktorumu sorgulamamak, ona koşulsuz güvenmek. Keşke ikinci bir doktora daha gidip, bebeğin durumu nasıl öğrenerek gerçekten gerekliyse ondan sonra sezeryan olsa idim. Ama artık daha bilinçliyim. Benimle aynı deneyimi yaşamış insanların karşılaştıkları sorunları ve çözümlerini çok daha iyi biliyorum.
Bir kere doğum süreci bir hastalık değil. Kendiliğinden başlayabilen, işaretleri olan, Allah'ın bize bir lütfu.
Doğum öyle dakikalarla sınırlı değil, bebekte ya da annede acil durumların oluşması ihtimali çok düşük, saatler belki de günler süren bir süreç.
En önemlisi, anne ve bebek için bir ömür boyu etkileyecek kadar önemli ve tekrarı olmayan bir deneyim.
Bu bilgilerin hepsini doğumdan önce teorik olarak biliyordum ama süreç başladıktan sonra herşey uçup gitti sanki aklımdan. Doktorun önemi burda. İnsanı teskin edecek, durumundan haberdar edecek, acele ettirmeyecek.
Bundan sonra normal doğum hakkında herkesin daha bilgili olması için daha fazla yazı yazmayı düşünüyorum. Bir de sezeryan sonrası normal doğum var ülkemizde çok yaygın olmasa da yapılabilen. Bu konu da da ileride deneyimlerim olursa burda paylaşabilirim. Belki birine bir faydam dokunur diye bu çaba.
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Postcrossing
''Postcrossing, dünyanın her yerinden, hiç para ödemeden, adınıza kartpostal gönderilmesini sağlayan bir sistem.''
Sevgili Anne Cafe'nin tanımı bu.
Sistem önce sizin kart göndermenizle başlıyor ve dünyanın herhangi bir yerine bir kart yollamanız için size rastgele bir adres veriliyor.Kartı göndereceğiniz kişi hakkında bilgiler bulunabiliyor sayfasında.Kartınızı yolluyorsunuz. Ardından benim gibi beklemeye başlıyorsunuz. Ben ilk kartlarımı geçen hafta yolladım. Henüz yerlerine varmaları için biraz daha zaman var. Aslında daha erken yollamam gerekiyordu. Bir hafta kadar geciktim işlerden dolayı. Tatil de araya girince ancak fırsat bulabildim. İstanbul'dan kartpostallar aldım gönderilmek üzere.
Üyeliği oğlum adına aldım. Onun yerine ben biriktireceğim. İleride bir gün kendisine verilmek üzere.
Hiç bilmediğimiz diyarlardan hiç tanımadığımız insanlar bizlere iyi dilekler sunacak, deneyimlerini paylaşacak, belki de hayatları boyunca öğrendikleri en önemli birikimlerini birkaç cümleyle de olsa bizimle paylaşacaklar. Bence gayet heyecan verici. Biran evvel üye olmanızı tavsiye ederim.
Daha detaylı bilgi için Anne Cafe'ye bakabilirsiniz. Orada ayrıntılı şekilde herşey anlatılmış.
Hadi kartpostallaşmaya.
16'lık delikanlı
Gün geçiyor. O büyüyor. Kapılar açıyor, kapılar kapatıyor. İstiyor, istemiyor. Reddediyor. Tepki gösteriyor. Hatta kızıyor, söyleniyor. Ne söylediğini bilmesek de iyi şeyler demediği kesin. 16 aylık bir delikanlı o. Kendini ifade edebilen dili döndüğünce. İstemesini, almasını, vermesini, tepkisini dile getirebilen. Şükür. Var olduğu andan itibaren mucizeler silsilesi devam ediyor. Aslından günlük hayatta farkedemediğimiz, bize sıradan gelen o kadar çok mucize var ki.
Attığı bir adım, bir parmak hareketi bile.
Attığı bir adım, bir parmak hareketi bile.
10 Ağustos 2010 Salı
Yine, Yeni, Yeniden
Bu gün yeni bir başlangıç
İyiye, doğruya, güzele
Su gibi berraklaşmaya
Huzura gark olmaya
Sukunete, dinginliğe
Tüm hatalarla, yanlışlarla, eksiklerle
Tazelenmeye, yeniden filizlenmeye
Tamamlanmak üzere
Bize sunulmuş yeni bir lütuf
Sonuna kadar açılmış kapılar
Hem vermek, hem almak için
Hem dağıtmak hem toplamak için
Hem yanmak hem sönmek için
Yanarken kanmak için
Dualarda çoğalmak için
İyiye, doğruya, güzele
Su gibi berraklaşmaya
Huzura gark olmaya
Sukunete, dinginliğe
Tüm hatalarla, yanlışlarla, eksiklerle
Tazelenmeye, yeniden filizlenmeye
Tamamlanmak üzere
Bize sunulmuş yeni bir lütuf
Sonuna kadar açılmış kapılar
Hem vermek, hem almak için
Hem dağıtmak hem toplamak için
Hem yanmak hem sönmek için
Yanarken kanmak için
Dualarda çoğalmak için
Kınık Köyü
Bilecik'in Pazaryeri ilçesine bağlı Kınık bir göçmen köyü. Temiz sokakları, sıvalı duvarlarıyla insanın içini okşayan bir köy burası. Bulgaristan'dan göç eden halk beraberinde çömlekçilik sanatını da getirmiş. Bu şirin köyden bahsedecek olmamın benim açımdan önemi köyün geçim kaynakları arasında bulunan çömlekçilik.
Burada birbirinden güzel ürünler bulmak mümkün. Topraktan yapılabilecek ne varsa yapmışlar. Güveç, testi, çaydanlık, saksı ve pek çok çeşit süs eşyası. Buradan bir yemek bir de yoğurt için iki boy güveç, kendime ve yakınlarıma hediye etmek üzere de birkaç farklı boyda testi alarak köyün merkezinden ayrıldık.
Köyden çıktıktan hemen sonra gördüğümüz leylek sürüsünden bir kare. Önce üzüldüm leylekleri havada göremedim diye ama hemen sonrasında havalanmaya başlayan leylekler yüzümü güldürdüler. Bir haftadan uzun süredir gezen ben hala gezme hevesindeyim ya. Ne diyeyim kendime bilemedim.
Kınık köyünde henüz olgunlaşmamış son ayçiçekleri.
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Ve İstanbul
İstanbul... Hareket noktamız. Her semti ayrı bir güzelliğe matuf. Ağlayanı bile bahtiyar bir kent.
Tatil planı yaparken İstanbul'a iki günümüzü ayırdık. Gezmek için tabi ki yetmez ama belli başlı gitmek istediğimiz yerlere gitmek için yeterli bir zaman.
Anadolu Kavağı ile başladık turumuza.Anadolu Kavağının girişinde Cenevizlilerden kalan Yoros Kalesini gezerek iskeleye kadar indik. Burada sahil boyunca lokantalar mevcut. Deniz kenarında bir masada lüferlerimizi yedik martıları seyrederek. Yemek yediğimiz yerin hemen yanındaki sandalı da hatıra niyetine fotoğrafladım. Anadolu Kavağında yaşayan insanlar zevk ve estetik sahibi diyerek düşünmeye sevketti beni gördüğüm evler. Pek çoğunun penceresinde çiçekler camlarında nakış ya da dantel elişi perdeler tüller. İnsanın emek verdiği hangi iş güzel olmuyor ki? Yeter ki içine sevgisinden eklesin.
Anadolu Kavağından çıktıktan sonra Yuşa A.S. Kabrini ziyaret ettik. Ardından Beykoz Kasrına gittik. Tadilat nedeniyle ziyarete kapalı olduğunu öğrenerek gezemeden yolumuza devam ettik. Sıradaki durağımız Hidiv Kasrı idi. Burayı gezerken Osmanlı'nın ihtişamını hayal etmeye çalıştım. Ne hayatlar akıp geçti buradan. Taşlar duvarlar bir dile gelse konuşsa bizlere neler anlatırdı acaba. Bu kargalar da Hidiv Kasrının şu anki sakinlerinden. Bahçede öyle güzel duruyorlardı ki. İnsanlardan da kaçmıyorlar. Bir an acaba heykel mi diye geliyor insanın aklına. O derece sakinler yani.Hidiv Kasrından sonra ki durağımız Mihrabat Korusu. İstanbul Kanlıca manzaralı bir mesire alanı. Burada oğlumuz bizimle birlikte balık yemediği için balık çorbası içirdik. Güzel oldu. İçime sindi. Çorba gayet lezzetliydi. Ben meşhur Kanlıca yoğurdu yedim burada.
Günümüzün büyük bir kısmı bitmişti. Gün batmaya yakındı. İstikamet Salacak iskelesi. Buradan Kız Kulesi seyri. Tam da gün batımına denk geldi. Gerçekten izlenmeye değerdi. güneş tamamen gözden kaybolana kadar sahilde oturduk. Çekirdek çitledik. Kabuklarımızı yere atmadık.Artık gün iyiden iyiye bitmiş yerini akşama bırakmıştı. Konaklayacağımız yer Üsküdarda idi. Girişimizi yapıp biraz vakit geçirdikten sonra Çamlıca Tepesine doğru yola koyulduk. Aşırı kalabalıktı. Bu kadar kalabalık olacağını tahmin etmiyordum. Neredeyse yürümek bile zorlaşıyordu zaman zaman. Her zaman mı böyleydi yoksa bizim şansımız mı orası bilinmez artık.
Gece boğaz manzarası da ayrı bir güzel oluyor. Gezdik gördük. Çayımızı içerek gezilecek yerlerimizi bitirmenin huzuruyla kalacağımız yere döndük.
Sabah erkenden uyandık. Üsküdar'da sabah kahvaltısının ardından feribotla Avrupa yakasında geçtik. Kalacağımız yer Cankurtaran'da idi. Öncelikle buraya gelerek giriş yaptık. Ardından Pierre Lotti'ye giderek burada Haliç'e karşı çaylarımızı yudumladık. Niyetimiz öğleden sonra Topkapı Sarayı'nı gezmekti. Ancak salı günleri kapalı olan saraya salı günü gelmiştik. Zaten pazartesi günü kapalı olan Beylerbeyi Sarayına da pazartesi günü giderek girememiştik. Bu gezimizde saray gezmek nasip değilmiş diyerek Sultanahmet Camiine doğru devam ettik. Tadilat çalışmalarından ötürü caminin içerisine giremedik. Kanuni sultan Süleyman ve Hürrem Sultanın Kabirlerini gezerek Beyazıt Meydanına vardık. Burada Sahaflar Çarşısını gezdik. Ardından Kapalı Çarşı'yı gezdik. Sultanahmet köftecisinde köftelerimizi de yiyerek kalacağımız yere dönüş yaptık. Akşam kısa bir süre de olsa sahil kenarında oturarak kısa İstanbul serüvenimizi sonlandırdık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)